BİRİNCİ BÖLÜM
1.AR-GE
YENİLİK PATENT
1.1.
Arge
1.1.1.
Argenin
Tanımı
AR-GE;
işletmelerde yeni ürün ve üretim süreçlerinin ortaya çıkarılmasına yönelik
sistemli ve yaratıcı çalışmalardır. Ar-ge bilim ve teknolojinin gelişmesini
sağlayacak yeni bilgileri elde etmek veya mevcut bilgilerle yeni malzeme, ürün
ve araçlar üretmek, yazılım üretimi dâhil olmak üzere yeni sistem, süreç ve
hizmetler oluşturmak veya mevcut olanları geliştirmek amacı ile yapılan düzenli
çalışmalardır(Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, 2004). Ar-ge, ürün ve süreç
yeniliğine veya artan bilimsel bilgiye yönelik organize edilmiş çabalardır.
İnsanlık uzun bir süre tesadüflere bağlı olarak, yakın bir geçmişten beri de
sistemli çalışmalar sonucunda bugünkü medeniyet düzeyine ulaşabilmiştir.Bugün,
artık hiçbir ulusal ekonomi ve hatta işletme gelişmesini tesadüflere
bırakamayacak duruma gelmiştir. Bu yüzden ülkeler ve işletmeler mâli olanakları
ölçüsünde araştırma ve geliştirme fonksiyonuna gereken önemi vermek
zorundadırlar.Yenilikçi firmalar verimliliklerini, ürün kalitelerini ve pazar
paylarını artırmak amacıyla ar-ge faaliyetlerinde bulunmalarına bağlı olarak
monopol gücü kazanıp, aşırı kâr elde etmektedirler. Rakip firmaların da benzer
egilimlere yönelmeleri sonucunda aşırı kârlar ortadan kalkmakta ve piyasa
mekanizmasının etkinliği artmaktadır (Demir vd., 2006: 30). Özellikle piyasa
ekonomisinin hakim olduğu bir ülkede ar-ge faaliyetleri temel olarak kâr
güdüsü, piyasaya serbest giriş ve araştırma maliyetleri gibi unsurlar
tarafından belirlenmektedir. Kaynak dağılımında etkinliğin sağlanması
bakımından önem taşıyan bu unsurlar toplumsal kazanç ve kayıpların
belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadırlar. Söz konusu bu iki faktör, piyasa
şartlarının ar-ge faaliyetlerine ne ölçüde kaynak ayırıp ayırmayacağını
belirlemektedir. Optimal üretim ölçeklerinin elde edilmesi ve kaynak dağılımında
etkinliğin sağlanması bakımından ar-ge faaliyetleri sosyal fayda düzeyini
artırırken, sahip olunan kıt kaynakların artan ölçüde basarı şansı kesin
olmayan teknik yeniliklere yönlendirilmesi sonucunda sosyal maliyetler ortaya
çıkmaktadır (Stokey, 1995: 469).
1.1.2.
Ar-ge’nin
Önemi
Teknik ve ekonomik yönden hızla değişen,
dinamik bir çevre içerisinde faaliyet gösteren işletmelerin varlıklarını
sürdürebilmeleri ve amaçlarını gerçekleştirebilmeleri, kendilerinin de devamlı
bir değişme içerisinde bulunmalarını gerektirir. Bu bağlamda işletmeler, bütün
yeniliklerin kaynağı haline gelmiş planlı ve sistematik araştırma-geliştirme
faaliyetlerinde bulunmak yoluyla değişim faaliyetlerini yürütebilirler.
İşletmelerin mevcut sorunlara çözüm yolları bulmalarının gerekliliği yanında,
yeni üretim yöntemleri ve mamuller bulmak, mevcut mamul ve üretim yöntemlerini
geliştirmek ve büyümek ihtiyacı içinde oldukları dikkate alınırsa, işletme
açısından araştırma-geliştirme fonksiyonunun önemi daha da kolay
anlaşılabilir.Tüketicilerin istek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için yeni
teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanması, teknoloji ile yakından ilgili
faaliyetler olan araştırma ve geliştirmenin üstlenmiş olduğu bir görevdir.
Teknolojik bilgi, ar-ge çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmakta, tüm
ekonomiye yayılmakta ve paylaşılmakta ve bunun sonucunda da ekonomik büyüme
gerçekleşmektedir.(Ekren,2000) Araştırma-geliştirme çalışmaları, günümüzün sert
ve acımasız rekabet ortamı içinde işletmelerin adeta bir varoluş mücadelesidir.(Avcı,2004)
1.1.3.Argenin
Amaçları
Ar-ge
fonksiyonunun temel amacı sürekli değişen bir çevrede faaliyette bulunan
işletmelerin, bu değişimlere ayak uydurmalarını sağlamak, gelişme ve büyümelerine
yardım etmek ve bunun sonucunda canlılıklarının sürekliliğini sağlamaktır. Bu
temel amaca bağlı olarak Ar-ge fonksiyonunun diğer bazı amaçları da aşağıdaki
gibi sıralanabilir:
-Yeni
ürün ve süreçleri geliştirmek
-Mevcut
ürün ve malzemeler için yeni kullanım alanları bulmak,
-Yeni
üretim teknikleri bulmak veya mevcut üretim tekniklerini geliştirmek,
-Rakip
işletmelerin gelişmelerine ayak uydurarak rekabet gücünü korumak,
-İşletmede
verimliliği artırmak,
-Üretim
maliyetlerinin düşürülmesini sağlamak,
-İşveren-işçi
ilişkilerinin iyileştirilmesini sağlamak,
-Yönetime
doğru ve gerekli bilgilerin zamanında ulaşmasını sağlayacak
yönetim
bilişim sisteminin kurulmasını sağlamaktır.
1.1.4 .Geliştirmenin Tanımı
İşletmelerde
geliştirme fonksiyonu; temel ve uygulamalı araştırma sonuçlarının her tür
faydalı madde, araç, mamul, sistem ve üretim yöntemleri ortaya çıkarmak veya
mevcut olanları geliştirmek amacıyla kullanılmasını ifade eder. Geliştirmenin,
temel ve uygulamalı araştırma sonuçlarının faydalı olacak tarzda kullanılmasına
olanak sağlaması nedeniyle bir bakıma araştırma ve üretim safhaları arasında
önemli bir köprü işlevi gördüğü söylenebilir(Tuncer, 1974).Geliştirme
aşamasının temel özelliği bu aşamada deneylerin yoğun olmasıdır. Geliştirme,
araştırma ile ortaya çıkarılan durum ve ilkelerin, ekonomik bir şekilde
uygulanmasını sağlayacak metotların geliştirilmesi ile ilgili çalışmalara
dayanmaktadır.(Barutçugil, 1984)
1.2
YENİLİK
1.2.1
Yeniliğin Tanımı
Yenilik, işletmelerin rekabet üstünlüğü elde etmesinde, karlarının ve
nakit akışlarının artmasında, sektörde rakiplerin önünde yer almasında
belirleyici bir yol, güçlü bir rekabet silahıdır. Yenilik, bir birey ya da
başka bir uygulayıcı birim tarafından yeni kabul edilen bir düşünce, uygulama
veya nesne olarak tanımlanabilir.(Tekin,2003) Yenilik, değişim, yaratıcılık,
gelişme ve risk alma kavramları ile bütünleşmiş uzun dönemli bir performans
göstergesidir(Akal,2003).Yenilik, eskiden bir dâhinin bir buluş yapması ya da
akıllı birinin bir fikri alıp ticari bir faydaya dönüştürmesi olarak
görülmekteydi. Ancak bugünün iş dünyasında yenilik, bir kerelik değil
tekrarlanabilir, sistemleştirilebilir ve şirketlerin yapısına yerleştirilebilir
bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.(Özgenç,2006) Yenilik bir bilim veya
teknoloji değil bir değerdir. Yenilik örgüt dışını hesaba katmaksızın örgüt
içinde meydana gelen olaylar değildir. Yeniliğin ölçümü çevre üzerindeki
etkinliği vasıtasıyla mümkündür. Bu nedenlerdir ki işletmede yenilik daima
pazar odaklıdır. Yani örgüt içinde girişilen bir faaliyet ticari hale
gelebildiği oranda başarılıdır ve yenilikçidir. Drucker’a göre yenilikçiliğin
tetikleyicisi girişimcilik ruhudur. Gerek yeni pazarların oluşumu olsun gerek
yeni mamul üretimi olsun her biri girişimcilik ruhunun sonucunda oluşan
yeniliklerdir (Durna,2002). Davis ve Devinney farklı bir tanımla yeniliği, yeni
ya da mevcut bir problemi/ihtiyacı gidermek için yeni ya da farklı bir çözüm
yolu olarak tanımlamaktadır. Davis ve Devinney bu tanımın yeni ürünler, yeni
üretim süreçleri, yeni malzemeler ve kaynaklar, yeni pazarlar ve yeni
organizasyon biçimleri gibi geleneksel yenilik tanımlarının çoğunu kapsadığını
ifade etmektedir. (Güleş;Bülbül,2004)Yenilik, yeni teknik bilginin kullanılması
ve ek değer olarak kaynaklara ve/veya üretimin maliyet ve değeri arasındaki
farkın büyümesine aktarılması süreciyle de ilgilidir.(Porter,2000)Yenilikçilik
faaliyetleri ile işletmeler; yapı, süreç, mal ve hizmetlerinde yaptıkları
yeniliklerle maliyetlerin azaltılması, kalitenin yükseltilmesi daha incelikli
tüketici istek ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi çeşitli avantajları, büyüme
ve genişleme aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu durum da dolayısıyla ulusal
ekonomiye katkıda bulunmaktadır.(Eğe,2002) Günümüzün hızla değişen rekabet
ortamında ayakta kalabilmek için şirketlerin ürünlerini, hizmetlerini ve üretim
yöntemlerini sürekli olarak değiştirme ve yenileme işlemi genel olarak tek bir
kavram altında “inovasyon” olarak adlandırılır. İnovasyon, Latince bir sözcük
olan “innovatus” tan türemiştir. “Toplumsal, kültürel ve idari ortamda yeni
yöntemlerin kullanılmaya başlanması” anlamındadır. Türkçede “yenilik”,
“yenileme” gibi sözcüklerle karşılanmaya çalışılsa da, anlamı tek bir sözcükle
ifade edilemeyecek kadar geniştir.Yenilik kavramı ile sıklıkla aynı anlamda
kullanılan icat, buluş, değişim, teknoloji, risk gibi kavramlar ise yenilikten
temelde farklı anlam içermelerine rağmen yeniliğin kaynakları şeklinde
açıklanabilirler.
1.2.2.Yeniliğin
Stratejik Önemi
İnsanların
yaşamını sürdürebilmesi için yetecek minimum ihtiyaçlar karşılansa bile
insanoğlu hep daha az çaba sarfedip, daha rahat bir hayat sürmeyi istemiştir.
İnsanların bu istek ve ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla, yeni ürün veya
süreç yeniliği kavramları ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir büyüme aracı olarak
görülen yenilik, işletmelere yaratıcı, enerjik bir çalışma ortamı ve insanlara
yeni iş fırsatları sağlamaktadır. Bunun yanında taleplerin daha iyi
karşılanmasını sağlayan yenilik, müşteri bağlılığını ve memnuniyetini arttırıcı
bir rol oynamaktadır. Bir işletme yeniliklere ne kadar kapalıysa, zamanın ve
çevrenin gerektirdiği koşullara uymakta güçlük çekecek, değişim ve adaptasyon
yeteneği az olacak ve dolayısıyla, gelişme ve yaşama gücünü önemli ölçüde
yitirecektir. Böylece, yenilik yapma bir işletmenin yeni gereksinimlere ve
çevresel koşullara uyabilmesinin en önemli kıstası olmaktadır.
Günümüzde
yaşanan teknolojik gelişmeler ve artan rekabet sonucu, yenilik yapmak
işletmelerin hayatta kalması için zorunluluk haline gelmiştir. Yenilik,
ürünleri çeşitlendirmek ve işletme alanlarını genişletmek ya da mevcut ürün
hatlarını büyütmek ve korumak için kullanılabilir(Durna,2003).Belli sahalarda
faaliyet gösteren işletmeler için amaç, ihtiyaçlara daha iyi uyan, daha çok
kazanç getiren ve daha ucuza mal edilebilen üretimde bulunmaktır. Bu amaç için
harcanan çabalar, devamlı bir yenilik sürecinin doğmasını gerektirir.(Eren,1982)Yenilikçilik,
bir ülkede sürdürülebilir büyümenin, toplumsal refahın ve istihdamın sağlanması
için tek çözümdür. Yenilik, işletmenin içinde bulunduğu sektörde rekabet
üstünlüğü sağlaması için önemli bir araç olarak görülmektedir. Yenilik
faaliyetleri gerek ülkeler arası, gerekse işletmeler arası rekabette bir ürünü
müşteri isteklerine göre üretme ve sunma, bu üretimi ve sunuşu ekonomik bir
şekilde gerçekleştirmenin yanı sıra yeni ürün üretip pazara sürmek de işletmeler
için önemli bir avantaj sağlamaktadır.(Demirkıran) Günümüzde rekabetçi üstünlük
elde edebilmek için işletmelerin kendilerini tamamen farklı bir biçimde yeniden
tanımlaması, temel stratejilerini yeniden yaratması, içinde bulunduğu sektörü
yeniden keşfetmesi yani rakiplerinden farklı olabilme ve ürün ve hizmetlerinde
fark yaratabilme yeteneğine sahip olması gerekir.(Aktan;Vural, 2004) Uzun
vadede bir işletmeyi değerli kılan şey yenilikçi olmaktır.(Gundlıng,2002)
1.2.3.Yeniliğin
Türleri
Yeniliğin tanımında olduğu gibi yenilik
çeşitlerinin sınıflandırılmasında da farklılıklar göze çarpmaktadır. Genel
olarak yazarların ve araştırmacıların buluştukları ortak ayrımlardan bazıları
aşağıda kısaca açıklanmıştır.
a.Ürün-Süreç
Yeniliği
Ürün
yeniliği; mevcut özellikleri veya öngörülen kullanımlarına göre yeni ya da
önemli derecede iyileştirilmiş bir mal veya hizmetin ortaya konulmasıdır(Tübitak,
2005). Süreç yeniliği ise; yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş bir üretim
veya teslim yönteminin gerçekleştirilmesidir. Bu yenilik, teknikler, teçhizat
ve/veya yazılımlarda önemli değişiklikler içermektedir.
b.Radikal-Kademeli
Yenilik
Radikal
yenilikler, daha çok yeni bir ürün ve/veya pazarın oluşma aşamasında karşımıza
çıkmaktadır. Radikal yenilikler, yüksek maliyet ve risk oranı taşıdığı için
karar aşamasında işletmelerin çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bu
yüksek riskin ise getirisi sektörde ilk olmanın avantajıyla elde edilen yüksek
kârlılık oranlarıdır. Kademeli yenilikler ise daha çok mevcut ürün ya da
süreçte kalite, maliyet, zaman ve verimlilik gibi unsurların
geliştirilmesi
amacını gütmektedir.
c.Organizasyonel-Pazarlama
Yeniliği
Organizasyonel
yenilik; işletmenin ticari uygulamalarında, işyeri organizasyonunda veya dış
ilişkilerinde yeni bir organizasyonel yöntem uygulamasıdır.(Antonıolı vd.,2004)
Pazarlama yeniliği; ürün tasarımı veya ambalajlaması, ürün konumlandırması,
ürün tanıtımı veya fiyatlandırmasında önemli değişiklikleri kapsayan yeni bir
pazarlama yöntemidir.
1.3.Patent
1.3.1.Patentin Tanımı
Sahibi tarafindan yeni icad
edilmiş veya yeni bulunmuş, tarım dâhil sanayinin herhangi bir alanında
uygulanabilir olan ve günümüzdeki sistem ve teçhizatlardan daha avantajlı olan
her ürün, sistem, üretim usulü için alınacak bir koruma belgesidir.
Patentli bir buluş,
sahibinin mülkiyeti haline gelir. Başkalarına lisans verilebilir, devir
edilebilir, üzerinden kazanç sağlanır. Buluş sahibinin buluş konusunu, ürününü
belirli bir süre üretme, kullanma, satma veya ithal etme hakkı kazanır. Patent
alınmasının kişiye sağladığı yararlar dışında ülkemizin gelişmesine katkıda
bulunması, teknolojik gelişmelerin sağlanması, insanların buluş yapmaya
özendirilmesi gibi sonsuz katkıları vardır. Patentli bir buluş; tıpkı işle
ilgili alınıp, satılabilen, kiralanıp, kiraya verilebilen diğer mallar gibi
buluş sahibinin mülkiyeti haline gelir. Patentler alındıkları ülkeler için hak
sahipliği doğurur. Türkiye'de alınmış bir patent, sadece Türkiye içinde
sahibine hak sağlamaktadır ve patentli ürünleri başkalarının Türkiye'ye ithal
etmesi durumunda, hak sahibine ithali durdurma hakkı verir.
1.3.2. Patentin Önemi
Kurulan yeni
bir firma, üretilen yeni bir ürün için gerekli olan isim, marka en başta gelen
şeylerden birtanesidir. Markasını her hangi bir ticari kurula tescil ettiren
firmaların markaları Türk Patent Enstitüsünce tescil edilmedikçe marka tescil
edilmiş sayılmaz ve marka bir başka kişi marka tescili alarak sermaye
harcanılan ve emek verilen ürün veya işletme adının kaybedilmesine neden
olabilir. Tescil edilmemiş markalar kötü amaçlı kişiler tarafından tescil
edilebilir.
Bir ülkede verilmiş olan
patent sayısının yüksekliği, o ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesidir. Dünya
geneline bakıldığında ise ülkemizin patent konusunda çok gerilerde kaldığı görülmektedir.
Dünyada teknolojik çığır açan buluşların büyük bir kısmı patentle korunurken,
ülkemizdeki büyük şirketlerin bile çok sınırlı sayıda patenti bulunmakta,
bazılarının şu ana kadar hiçbir başvuru yapmadığını görmekteyiz. Oysa patent
bilincinin yerleştiği ülkeler, patentleri lisans anlaşmalarından dahi çok büyük
gelir elde etmektedirler. Ülkemizde ise sadece birkaç şirketimiz kendi
bünyesinde patent bilincini oluşturmaya başlamış ve son yıllarda atağa
geçmiştir.
Patentler
ticarileştirildiklerinde, yani sahibine maddi kazanç sağladığı, ülke için katma
değer oluşturduğu takdirde değerlidirler. Bir ülkenin ekonomik kalkınmasının
altında ülkenin ürettiği katma değer yattığına göre, buluşların da müşterilerce
ihtiyaç duyulan, maddi getiri sağlayacak konularda yapılması önemli bir
avantajdır. Bu nedenle patent sisteminin sadece buluş sahibini korumak yönü
yoktur. Ülkedeki teknolojik gelişmenin de hızlandırılması amacıyla patentin
bilgi işlevi de bulunmaktadır.Patent konusunda çok geri kalmış olmamızın sebebi
patentin ne demek olduğunun ve ne gibi haklar sağladığının bilincinde
olmamamızdır. İnsanlarımızın çoğu patentin yeni bir şey icat etmek olduğunu
düşünmektedirler. Bir sistem ya da ürün üzerinde yaptıkları geliştirmelerin ve
yeniliklerin patent belgesi alabilmek için yeterli olmadığını
zannetmektedirler. Örneğin; bir yeni bir mekanizma kurulurken kullanılacak olan
elemanların başkaları tarafından icat edildiği ve bunların kullanılmasının
patent almaya engel olduğu düşüncesi ile çokça karşılaşılmaktadır. Bunun
başlıca sebebi ile bilinçsizliktir. Bu düşünceden dolayı patentlenebilecek
buluşlar koruma altına alınmadığı için, buluş sahibi hakkını koruyamamakta ve
taklitçilik kavramı ortaya çıkmaktadır. Buluş sahibinin yapmış olduğu arge
çalışmaları, buluşun kendisine ait olduğunu ispatlayamadığı ve taklitçilerle
başa çıkamadığı için maddi manevi tüm emekleri boşa gitmektedir.
Bir diğer sorun da Patent
bilinci henüz yerleşmediği ve getirilerin boyutu tahmin edilemediği için,
patent alım sürecinde ortaya çıkan maliyetlerden kaçınılması, bundan dolayı da
başvuru yapılmamasıdır. Başta bu düşünce sebebiyle ülkemizde yapılan başvuru
sayısı dünya geneline bakıldığında çok geri kalmaktadır.
Ülkemizde patent bilincini
aşılamak, KOBİ’leri desteklemek, yerli üreticilerimizi buluş yapmaya özendirmek
için patent haricinde faydalı model ile koruma sistemi kurulmuştur. Faydalı
model sisteminde; bir sistem, teçhizat ya da ürün üzerinde avantaj sağlayacak
küçük geliştirmeler dahi faydalı model ile korunmaktadır. Sadece kimyasal
ürünler, üretim usulleri ve bu usuller sonucunda elde edilen ürünler faydalı
model korumasından yararlanamamaktadır.
Maliyetler açısından
bakıldığında da faydalı model daha düşük maliyetlidir, fakat daha kısıtlı
koruma sağlamaktadır. Patent ise araştırmaya tabi tutularak verilen bir belge
olduğu için maliyetleri faydalı modele göre daha yüksektir. Patent başvurusu
sayısının maliyetlerden dolayı kısıtlı kaldığı da düşünülerek, başvuru sayısını
arttırmak için KOSGEB ve TÜBİTAK tarafından buluşçulara destek verilmektedir.
Maalesef ki, destek miktarlarda sınırlıdır.
Patentle ilgili teşvikler ve bilincin oluşturulması için yapılan çalışmalar daha da arttırılmalıdır. Devletimiz ve en etkili iletişim aracı olan medya da ülkemiz ve geleceğimiz için bu kadar önemli olan patent bilincini insanlarımıza aşılamak için çalışmalıdır. Ülkemiz, yabancı patentlere ve lisans anlaşmalarına bağlı kalarak ekonomik faaliyetlerini sürdürmeye mahkûm edilmemelidir.
İKİNCİ BÖLÜM
2.ARGE
YENİLİK PATENT İLİŞKİSİ
2.1.Arge
Harcamaları
Gelişmekte olan ülkelerin küresel ortamda rekabetçi konumlarını
sürdürebilmeleri ve güçlendirebilmeleri, büyümelerini verimlilik artışlarına dayandırmalarına
ve yeni mukayeseli üstünlük alanları yaratabilmelerine bağlıdır. Bu doğrultuda,
yenilikçiliğe önem verilmesi, bilim ve teknoloji kapasitesinin artırılması,
beşeri sermayenin geliştirilmesi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin etkin
biçimde kullanılabilmesi büyük önem taşımaktadır (DPT, 2006). Bu çerçevede yenilikçiliğe
giden yol Ar-ge’ye verilen önemden geçmektedir.Türkiye’de Ar-ge harcamaları
2002 yılından itibaren sürekli olarak artış göstermiştir. Bu artış en fazla
2006-2007 yılları arasında olup, artış miktarı 1.770 milyon TL’dir. Ülkemizde
Ar-ge harcamaları 2009 yılında, 2002 yılına oranla 3 kata yakın bir artış
göstermiş ve 2009 yılında 8.492 milyon TL’ye ulaşmıştır. 2002-2009 yılları
arasında Türkiye’de Ar-ge harcamalarının GSYİH içindeki payında düzenli bir
artış meydana gelmiştir. Bununla birlikte ülkemizde Ar-ge harcamaları geçtiğimiz
yıllarda belirgin artışlar kaydetse de yeterli seviyeye ulaşamamıştır. Gelinen
noktada Avrupa Birliği Ar-ge harcama oranının çok altında olduğumuz
görülmektedir. TÜİK verilerine göre 2009 yılı itibarıyla Ar-Ge harcamalarının GSYİH
içindeki payı %0,85 iken, 27 ortaklı AB’de bu oran ortalama %2,01 olarak tahmin
edilmektedir.
Eurostat verilerine bakıldığında ise Türkiye’de kamu eliyle
yapılan Ar-ge harcamalarının kişi başına düşen avro cinsinden değerinin çok
düşük olduğu ve AB ülkelerinin oldukça gerisinde kaldığı görülmektedir. Bu
veriler ışığında Türkiye’de yükseköğretim kurumları ön plana çıkarken, AB
ülkelerinde ise özel sektörün inisiyatif aldığı gözlenmektedir. İstanbul’da
bulunan kamu kurumlarının nitelikli personel istihdamı bakımından sahip olduğu
avantajları kullanarak Ar-ge harcamalarına daha fazla katkı yapmaları
beklenmelidir. Ar-ge harcamaları şu
şekilde sıralanmaktadır;
2.1.1 Finans
Kaynağına Göre Ar-ge Harcamaları
Türkiye’de Ar-ge harcamaları kamu sektörü, özel sektör ve
yükseköğretim sektörü tarafından finanse edilmektedir. Ar-ge fonlamaları içinde
finans kaynakları olan kamu ve özel sektör paylarına bakıldığında; 2008 yılında
Türkiye %31,6 olan kamu sektörünün Ar-Ge fonlamasındaki payı ile AB ülkelerinin
gerisinde kalmakla birlikte, 2003-2007 döneminde AB ülkelerinin üzerinde yer
almıştır. 2008 yılında ülkemizde Ar-ge fonlamasında özel sektörün payı %47,3
olup, AB ülkelerinden düşüktür. 2008 yılında Türkiye’de Ar-ge fonlamasında
yükseköğretim sektörünün payının %16,2 olduğu ve bu oranın %0,9 olduğu AB
ülkelerini geride bıraktığı görülmektedir. 2009 yılı yükseköğretim sektörü
tarafından gerçekleştirilen Ar-ge harcamaları oranı %47,4 ile en büyük paya
sahip olup, bunu %40 ile özel kesim ve %12,6 ile kamu kesimi takip etmektedir.
2004-2008 yılları arasında yükseköğretim sektörü Ar-ge harcamaları oranında
sürekli bir azalış görülürken, özel sektör Ar-ge harcamalarında sürekli bir artış
görülmektedir. 2008 yılından 2009 yılına ise yükseköğretim ve kamu sektörü Ar-ge
harcamaları oranında artış meydana gelirken, özel sektör Ar-ge harcamalarında
bir azalma görülmektedir.
2.1.2 Sektör Performansına
Göre Ar-ge Harcamaları
2009 yılı yükseköğretim sektörü tarafından gerçekleştirilen Ar-ge
harcamaları oranı %47,4 ile en büyük paya sahip olup, bunu %40 ile özel kesim
ve %12,6 ile kamu kesimi takip
etmektedir. 2004-2008 yılları arasında yükseköğretim sektörü
Ar-ge harcamaları oranında sürekli bir azalış görülürken, özel sektör Ar-ge
harcamalarında sürekli bir artış
görülmektedir. 2008 yılından 2009 yılına ise yükseköğretim ve kamu
sektörü Ar-ge harcamaları oranında artış meydana gelirken, özel sektör Ar-ge
harcamalarında bir azalma görülmektedir.
2.2.Ar-ge Yenilik
İlişkisi
Ar-ge, parayı bilgiye dönüştürmek iken; yenilik, bilgiyi paraya dönüştürmektir
İnovasyon,
yeni veya iyileştirilmiş ürün, hizmet veya üretim yöntemi geliştirmek ve bunu
ticari gelir elde edecek hâle getirmek için yürütülen tüm süreçleri kapsar.
Yeni veya iyileştirilmiş ürün, hizmet veya üretim yöntemi geliştirme, yeni
düşüncelerden doğar. İnovasyon sürekliliği olan bir faaliyettir. Bu nedenle,
ortaya atılan, geliştirilerek işler hâle getirilen ve sonuçta işletmeye rekabet
gücü kazandıracak şekilde pazarlanan bu fikirlerin ve sonuçlarının tekrar
tekrar değerlendirilmesi ve yeni getiriler için yaygınlaştırılarak kullanılması
gerekir. Bu sayede doğacak yeni fikirler, yeni inovasyon faaliyetlerini
doğurur. Araştırma-geliştirme (AR-GE), inovasyon için gereken en önemli
faaliyetlerden biridir. Ancak girişimsel inovasyon yoksa diğer bir deyişle
ARGE’ yi yapanların girişimcilik niteliği yoksa değer yaratılamaz; Ar-ge sonuçları
inovasyona dönüştürülemez. Dolayısıyla, pekçok farklı faaliyet alanlarında
yürütülen inovasyon çalışmaları sadece “teknolojik inovasyon”u değil,
“organizasyonel inovasyon” ve “pazarlama inovasyonu”nu da kapsar.
2.2.1.Ar-Ge ve Yenilik Stratejileri
İşletmelerin
küresel rekabet ortamında faaliyetlerini başarı ile sürdürebilmeleri ve
mevcut-potansiyel rakipleri karşısında stratejik bir konumlandırma
yapabilmeleri için takip etmeleri gereken bazı stratejiler vardır. Aşağıda
bunlardan bazıları kısaca açıklanacaktır.
2.2.1.1Saldırgan yenilik Stratejisi
“Saldırgan”
bir yenilik stratejisi yeni ürünlerin ortaya çıkarılması konusunda
rakiplerinin
önüne geçerek teknoloji liderliğini ve piyasa liderliğini ele geçirmek anlamına
gelmektedir.(Freeman; Soete,2003) Belirli ve tek bir teknolojik buluştan
yararlanmak amacıyla kurulan küçük işletmeler dışında tüm saldırgan strateji
izleyen işletmeler yoğun bir şekilde işletme içinde Ar-ge çalışmaları
yapmaktadırlar.Ancak saldırgan strateji izleyen işletmelerin sadece çok güçlü
teknik imkânlara ve Ar-ge departmanına sahip olması yetmez. Aynı zamanda bu
yapıdaki işletmelerde enformasyonun çok güçlü olması, insan kaynaklarının ve
üst düzey
yönetimin
yeniliklere ve risk almaya açık olmaları, işletme içi ilişkilerin ve iletişimin
iyi düzeyde olması, örgütsel yapının esnek ve öğrenen bir nitelik taşıması çok
önemlidir.(Sarıhan,1998)
2.2.1.2 Savunmaya Yönelik
Stratejisi
Bu
stratejiyi izleyen bir işletme, için bir teknolojik yenilik yapma yerine mevcut
bir teknolojiyi daha ileriye götürme ve ondan tam anlamıyla yararlanma
stratejisi daha fazla önem taşımaktadır. Savunmacı bir strateji Ar-ge’nin
olmadığı anlamına gelmez. Savunmacı bir strateji en az saldırgan bir strateji
kadar araştırma yoğun olabilir. Fark, yeniliklerin niteliğinde ve
zamanlamasındadır. Savunmacı yenilikçiler pazar liderliği beklentisi içinde
olmasalar da teknolojik değişim dalgasının etkisiyle geride kalmak da
istemezler.
İlk
yeniliği gerçekleştirerek ortaya çıkacak yüksek maliyetlerin altına girmeyi
istemeyebilir ve erken yenilik yapanların karşılaşabilecekleri sorunlardan ve
pazarın yeni yapılanma sürecinden yararlanabileceklerini düşünebilirler.
2.2.1.3 Taklitçi Strateji
Taklitçi
işletmelerin “sıçramak” hatta “oyunun içinde kalmak” gibi bir isteği yoktur.
Yerleşik teknolojilerin liderlerini geriden hatta çoğu zaman uzaktan izlemek
ona yetmektedir. Taklitçi işletmeler düşük işgücü, malzeme, enerji ve yatırım
maliyetleriyle çalışmayı tercih eden Ar-ge’ye fazla kaynak ayırmayan işletmelerdir.
Bu stratejileri izleyen işletmelerin başarısı üretim maliyetlerinin diğerlerine
göre daha az olmasına bağlıdır.
2.2.1.4.Bağımlı Strateji
Bağımlı
yenilik stratejisi izleyen işletmeler, teknolojik yenilik açısından güçlü
bir
işletmenin uydusu ve alt kuruluşu gibi çalışırlar. Müşterilerden bir talep
gelirse pazara sundukları ürünün temel özelliklerinde ve hizmette bir
değişiklik yaparlar.(Porter) Bağımlı işletmeler genellikle ürün tasarımında ve
Ar-ge çalışmalarında tamamen büyük işletmeye bağlı olan sermaye yoğun işletmelerdir.
2.2.1.5
Geleneksel Strateji
Bağımlı
işletme ile geleneksel stratejiyi izleyen işletme arasındaki en önemli fark
ürünün niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bağımlı işletmenin ürününde tasarım ve
ürün spesifikasyonlarının dışarıdan gelmesine bağlı olarak önemli değişimler
ortaya çıkabilmektedir. Oysa geleneksel strateji izleyen işletme pazarda
herhangi bir değişiklik talebi ve rekabet koşullarında bu yönde belirgin bir
uyarıcı olmaması nedeniyle herhangi bir değişiklik yapma gereği duymamaktadır.
Ayrıca bu işletmeler bir ürün yeniliği yapabilecek bilimsel ve teknik
yeteneklere sahip değildir. Bu işletmeler geliştirilen yeni bir teknikten çok
“moda” anlamında bazı tasarım değişiklikleri yapabilmektedirler.
2.2.1.6
Fırsatları İzleme Stratejisi
Bu
stratejiyi uygulayan işletmeler, tıpkı bir askeri stratejide olduğu gibi
rakiplerinin zayıf yönlerini ararlar. Çoğu kez bir işletmenin diğer bir
işletmeyle aynı yenilikle doğrudan rekabet etmesi çok güç olabilmektedir. Bu
yüzden, rakip işletmenin zayıf yönlerini analiz ederek, bu işletmeyle aynı
teknolojik yeniliği kullanıp, rakibinin zayıf yönlerinde üstünlük sağlamak ve
pazar payını büyütmek mümkündür.
2.2.1.7
Elde Etme Stratejisi
Elde
etme stratejisi, belirli bir teknolojik yenilikle ilgili bilginin, iş görenler
tarafından işletmede uygulanması sonucu yeniliğin yapılmasıdır. Böylece başka
bir işletmede yapılan AR-GE yatırımları sonucu üretilen teknolojik yenilikten
oldukça düşük bir maliyetle yararlanma imkânı doğmaktadır.
Teknolojik
ilerlemelerin ve küreselleşmenin ortaya çıkardığı yapı, işletmeleri yoğun ve
dinamik bir rekabet ortamında faaliyetlerini sürdürmeye zorlamaktadır. Böyle
bir ortamda yenilik, birçok ulus ve işletme için rekabet üstünlüğü elde etmenin
temel kaynağını oluşturmaktadır. Küresel ekonominin kuralları, bir işletmenin
rekabetçi pazar koşullarında ayakta kalabilmesi için ya yenilikleri yakından
takip ederek organizasyonel yapılarına uygun biçimde adapte etmeyi ya da
yeniliklerin bizzat kendileri tarafından geliştirilmesini
zorunlu
kılmaktadır. Bu bağlamda, bir işletmenin yenilik odaklı stratejilere sahip
olması, hem rekabet gücünü artırmasında hem de varlığını koruma ve
sürdürülebilirliğini sağlaması konusunda önemli katkılar sağlayacaktır. Yenilikçiliğin
en önemli aracı ise Ar-ge çalışmalarıdır. İşletmelerin yürüttüğü yenilik odaklı
faaliyetler; Ar-ge yatırımları ile
artmaktadır.
Ar-ge yoğun işletmeler genellikle geliştirilmiş başarı oranı elde ederler.(Panne
vd., 2003) Diğer sektörler dünyadaki krizlerden etkilenip gelirleri ani
düşüşler gösterebilirken, Ar-ge krizlerden etkilenmeyip aksine kriz
zamanlarında daha çok getiri sağlayan bir faaliyet alanı olmuştur. Ar-ge’nin
verimsiz bir yatırım olduğu, harcanan kaynağın boşa gideceği düşüncesi
yanlıştır. Ar-ge yatırımlarına harcanan
paradan, orta-uzun vadede (2-10 yıl arası) çok daha fazlasının geri döndüğü
bilinmektedir. Günümüzde ancak yenilikçi işletmelerin rekabetüstü olabildiği
bir yapıda, işletmelerin Ar-ge yatırımlarına gereken
önemi
vererek inovasyon faaliyetlerini artırmaları başarı için anahtar unsur
konumundadır.
2.3.Ar-Ge’den Patente Uzanan Süreç
Bilgi
günümüz ekomisinde toplumların rekabet güçlerini ve gelişmişlik düzeylerini
belirleyen en önemli faktördür.Bilginin yaratıcılıkla harmanlaması sonucu
ortaya çıkan buluşlar ise gelişmiş ülke ekonomilerinin en büyük gelir
kaynaklarından biri olmasının yanı sıra sürdürülmekte olan rekabetin de
hammaddesidir.Bu nedenle bilgi, toplumlar için vazgeçilmez bir kaynaktır ve
yaşamın en önemli gerçeğidir.Karşılaşılan teknik problemlere, teknik çözümler
bulmak amacıyla yapılan uzun süreçli Ar-ge faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan
yeniliğin, dolayısıyla buluşun öneminin ve değerinin artması kuşkusuz
beraberinde buluşun korunmasına verilen önemin artması demektir. Yaratıcı
fikir. Ar-ge, yenilik ve patent şeklinde bir düzen söz konusu olmalıdır.
Patent koruması, buluş sahibine buluşu
üzerinde belirli bir süre kanuni tekel hakkı sağlamakta ve izni olmadan
başkalarının buluşu üzerinden yararlanmasını engelleme yetkisi
vermektedir.Özellikle kriz dönemlerinde daha da artan taklitçiliği önlemenin
yolu yine etkin bir patent korumasından geçmektedir.Bu doğrultuda etkin bit
patent koruması sağlamak için patentin “istemler” dediğimiz kısmı kaleme
alınırken ulusal ve uluslararası mevzuatlar çerçevesinde bazı metinsel
kurallara uyulması önem arz etmektedir.
Sonuç
olarak yapılan Ar-ge faaliyetlerinde harcanan zihinsel ve fiziksel emeğin boşa
gitmemesi için elde edilen yeniliğe patent koruması sağlanması gerekmektedir. Etkin
bir patent koruması elde etmek için ise başvurunun hazırlanması aşamasında
sağlıklı bir süreç izlenmesi açısından kaleme alınan istemlerin koruma
kapsamının çok iyi bir şekilde belirlenmesi, ulusal ve uluslararası mevzuatlar
gereği bazı metinsel kuralların göz önünde bulundurulması son derece
önemlidir.Öyle ki, istemlerde yapılabilecek küçük bir hata bile başvurunun
reddine yol açabilmektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3.ARGE
PATENT VE YENİLİĞİN BÜYÜMEYE ETKİLERİ
3.1.Ar-ge
Tabanlı İçsel Büyüme Modelleri
Ekonomik refahın
yaratılmasının temel kaynağı olan iktisadi büyüme hem gelişmiş hem de
gelişmekte olan ülkeler için önemini hala korumaktadır. Günümüz bilgi çağı
ekonomisinde İktisadi büyümenin temel belirleyicisi teknoloji üretebilmek ve
mevcut teknolojileri üretim faaliyetlerinde kullanabilmek becerisi geliştirmeye
bağlı hale gelmiştir. İktisat düşüncesinde teknolojinin iktisadi büyüme
üzerindeki etkisinin araştırılması politik iktisat geleneğine kadar
gitmektedir. Hem Adam Smith hem de Karl Marks icatları ve yenilikleri; sermaye
birikimi, ölçek ekonomileri ve genişleyen piyasalarla ilişkilendirerek,
kapitalist ekonomilerin büyümesinde en dinamik unsurlar saymışlardır. (Freman
ve Soete,2003 :363) Büyüme literatürüne son yıllara kadar hakim olan Solowcu
Neoklasik model iktisadi büyümenin kaynağını teknoloji olarak ele alırken
teknolojinin bizahati kendisini model içinde açıklama becerisini
gösterememiştir.Diğer taraftan bu modeller ülkeler arasındaki gelir
farklılıklarını açıklamada başarısız kalmışlardır. 1980’lerin ikinci yarısından
itibaren geliştirilen “İçsel Büyüme Teorileri” (endogenous growth theories)
neoklasik analitik araçları kullanarak Solowcu yaklaşımın bir kara kutu olarak
ele aldığı teknolojik gelişmeyi modelde içsel olarak açıklama başarısını
göstermişlerdir. Özellikle içsel büyüme teorileri içinde yer alan Ar-ge tabanlı büyüme modellerinde teknolojik
gelişmeyi doğuran faktör olarak firmaların kendi bünyelerinde yaptıkları Ar-ge
faaliyetleri gösterilmektedir. Neoklasik iktisadın Pareto optimal dünyasından
uzaklaşan, yeni büyüme teorileri teknolojik değişmenin gerçek çerçevesini
açıklama yönünde önemli mesafeler almış olmakla birlikte,bu modellerin hemen
hepsinin neoklasik üretim fonksiyonu ile analize başlamaları nedeniyle
neoklasik iktisattan bir kopuş olarak değil, teknolojik gelişmeyi içsel
açıklamaya yönelik çabaların sonucu olarak neoklasik varsayımları gevşeten
,neoklasik bir restorasyon olarak düşünülmelidir.Teknolojik gelişmenin gerçek
dünyasını ortaya koyan,teknolojik gelişmeyi kara bir kutu olmaktan çıkartarak
mikro,mezo ve makro düzeyde açıklayan teorik yaklaşım evrimci iktisat geleneği
içinde oluşturulmuştur.Bu nedenle teknolojik gelişme ile iktisadi büyüme
arasındaki ilişkinin araştırılmasında evrimci iktisadi büyüme modelleri de
mutlaka dikkate alınmalıdır.Özellikle gelişmiş ülkeleri yakalamak için caba
harcayan gelişmekte olan ülkelerin ,bu yakalama sürecinde teknolojik gelişmenin
önemini ve rolünü açıklayan ve bu yakalama sürecinin politika çerçevesini
belirleyen evrimci yaklaşıma büyük önem vermeleri gerekmektedir.
Her iki yaklaşımda iktisadi büyümenin
belirleyicisi olarak Ar-ge etkinliği sonucu olarak ortaya çıkan endüstriyel
inovasyonlara odaklanmaktadır. Yeni neoklasik büyüme teorisi büyüme iktisadına
egemen olmakla birlikte 1980’li yılların başından itibaren evrim düşüncesi
büyüme iktisadında giderek daha fazla ilgi çekmektedir. AK modeli, beşeri
sermaye modeli gibi yeni büyüme modellerinden farklı olarak, Ar-ge tabanlı
büyüme modelleri, büyüme sürecinde inovasyonlara odaklanmaktadır. Bu çalışmada
başlıca neoklasik Ar-ge tabanlı büyüme modelleri incelenecektir. Buna ek
olarak, evrimci büyüme modelleri de çalışmada ele alınacaktır. Evrimci büyüme
modellerinin başlangıcı olarak kabul edilen Nelson ve Winter modeli, ileri
teknikler için araştırma yapan firmaların davranışsal modelleri içren bir
mikroekonomik temele sahip bir modeldir. Neoklasik ve evrimci modeller
özellikle Ar-ge ile ilgili teknoloji politikası sorunlarının analizine olanak
sağlamaktadır. Geç sanayileşen ülkeler gelişmiş ülkeleri yakalamak ve uzun
dönemli büyümelerini sürdürebilmek için teknolojik yeteneklerini geliştirmeye
çalışmaktadırlar. Bu yakalama süreci teknolojik öğrenmeyi ve Ar-ge etkinliğini
zorunlu kılmaktadır. Sonuç olarak, devlet özellikle geç sanayileşen ülkelerde
teknoloji politikası aygıtlarını kullanarak teknolojik düzeyin yükseltilmesi
hususunda daha fazla rol oynamalıdır.
3.1.1.Yatay
Yeniliğe Dayalı Bir Ar-Ge Modeli: Romer (1990) Modeli
Romer
modelinin merkezinde Ar-ge faaliyetleri yer almakta ve Ar-ge sektöründe
istihdam edilen beşeri sermaye ve aynı sektör tarafından üretilen yeni ürün ya
da üretim teknikleri bu modelin genel çerçevesini oluşturmaktadır. Uzun dönemde
sürekli bir büyüme oranının yakalanması, ekonomi tarafından Ar-ge sektörüne
aktarılan bilim adamı, araştırmacı, teknik elamanlar gibi nitelikli işgücünün
miktarına bağlıdır. Bir ekonomide beşeri sermayeyi oluşturan bu girdiler ne
kadar çoksa ve ekonomi bu kaynakları ne ölçüde Ar-ge sektörüne tahsis ederek
yeni bilgi ve teknolojilerin geliştirilmesini gerçekleştiriyorsa, bu ekonomide
büyüme o ölçüde yüksek olacaktır. Bu tür içsel büyüme teorilerinde, kar amaçlı
Ar-ge yatırımları yoluyla elde edilen yeni fikirler ve bunun sonucunda oluşan
bilgi birikimi önemli rol oynamaktadır (Romer 1990: S71). Romer, modelini üç
dayanak noktası üzerine inşa etmiştir. Birincisi, ekonomik büyümenin merkezinde
teknolojik gelişme yatmaktadır. İkinci dayanak noktası, teknolojik gelişme,
piyasa teşvikleri tarafından uyarılan firmaların almış oldukları bilinçli
kararlar ile gerçekleşir. Üçüncü ve en önemli dayanak noktası ise, bilginin bir
üretim faktörü olarak üretimde kullanılması ile diğer üretim faktörlerinin
kullanılması arasında çok önemli farklar olmasıdır. Üretilmesinde katlanılan
bir seferliğe mahsus maliyet dışında bilgi, üretimde ne ölçüde kullanılırsa kullanılsın
üretim maliyetlerinde bir artışa neden olmaz. Bu durum modelde teknolojinin
temel özelliğini tanımlamaktadır. Modelin en önemli özelliği, mal
farklılaştırması ve ülkeler arası ticaret yoluyla oluşan piyasa büyüklüğündeki
artışın, gelir ve servet etkisi yanında büyüme etkisi de yaratmasıdır. Daha
geniş bir piyasa daha fazla araştırma ve daha hızlı bir büyümeye neden olur.
Romer modelinde piyasa büyüklüğünün ölçütü nüfus değil beşeri sermaye stokudur.
Dört temel girdinin olduğu varsayılan model, bu varsayımlar altında şu şekilde
çalışmaktadır. Modelde kullanılan girdiler fiziksel sermaye, iş gücü, beşeri
sermaye ve teknolojik seviye indeksidir. Teknolojik seviye indeksi (A)
sınırsızca büyüyebilme imkanına sahiptir ve yeni keşfedilen dayanıklı mallar ile
birlikte artmaktadır. Ayrıca ekonomide üç sektör olduğu varsayılmıştır. Ar-Ge
sektörü, yeni bilgi üretebilmek için mevcut bilgi stokunu ve beşeri sermayeyi
kullanmaktadır. Ara malı sektörü, Ar-ge sektörü tarafından üretilen yeni bilgi
ve tasarımları kullanmak suretiyle nihai mal sektöründe kullanılabilecek
dayanıklı üretim girdilerini üretmektedir. Nihai mal sektörü, ara malı sektörü
tarafından üretilen dayanıklı üretim girdilerini, beşeri sermayeyi ve iş gücünü
kullanarak nihai mal üretmektedir. Model, nüfus ve iş gücü arzının sabit olduğu
varsayılmaktadır.
3.1.2.Romer Modelinin Modifiye Edilmesi: Yarı İçsel Bir Büyüme
Modeli
Olarak Jones Modeli
Romer
modelinde uzun dönem durağan büyüme hızı Ar-ge sektöründe istihdam edilen
beşeri sermaye seviyesi ile orantılı olmaktadır. Bu etki bir çeşit ölçek etkisi
yaratmaktadır. Jones 1995 yılında yayınladığı iki çalışmasında ölçek etkilerini
elimine eden bir model önermiştir. Jones, ölçek etkileri elimine edildiğinde
Ar-ge tabanlı içsel büyüme modellerinden beklenen büyüme etkilerinin ortadan
kalktığı veya azaldığını ileri sürmektedir (Jones 1995a; 1995b). Jones, ölçek
etkisinin birinci nesil Ar-ge bazlı büyüme modellerinin yapısında bulunması
nedeniyle ampirik olarak sorunlu olduğunu söylemektedir(Jones 1995a: 777;
Kortum 1997: 1393). Jones çalışmasında, İkinci Dünya Savaşından sonraki dönem
boyunca toplam istihdam içerisindeki bilim adamı ve mühendis sayılarında önemli
bir artış olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte milli gelir ve Toplam Faktör
Verimliliği (TFV) büyüme oranları durağan kalmış ya da en azından bir artış söz
konusu olmamıştır.(Jones 2005; Li 2000).
Jones’un
ulaştığı bir diğer önemli sonuç ise politika etkinsizliği bulguları ile
ilgilidir. Ölçek etkisi modelden dışlandığında kişi başına gelirin büyüme
oranı, işgücü büyüme oranı ile orantılıdır. Bir yandan büyümenin içsel olduğu
söylenebilir çünkü büyüme, özel firmaların piyasa teşvikleri sonucunda bilinçli
Ar-ge kararlarının bir ürünüdür. Öte yandan dışsaldır çünkü kamu politikaları
yoluyla dengeli gelişme çizgisini kontrol etmek olası değildir.(Jones 1997:
45-4).
3.1.3.Grossman
ve Helpman’nın Ürün Çeşitliliğindeki Artış ve
Bilginin
Kamusal Mal Olmasına Dayalı Modeli
Grossman ve Helpman’ın teknolojik
yeniliklere dayalı büyüme modeli, büyümeyi dış ticaret ve dışa açıklık ile
ilişkilendirmektedir. Ar-ge yatırımlarına yeterli kaynak ayıramayan az gelişmiş
ülkeler, dışa açıklık oranlarını artırmak suretiyle ihtiyaç duydukları
teknolojileri gelişmiş ülkelerden teknoloji transferleri yaparak sağlayabileceklerdir.
Bununla birlikte teknoloji transferi kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bunun
olabilmesi için, az gelişmiş ülkelerin teknoloji transferlerine yönelik
teşvikleri ve çok uluslu şirketlere
sağladıkları
kolaylıklar önemli bir rol oynamaktadır (Grossman ve Helpman 1991: 43).
Grossman
ve Helpman’a göre, ister Ar-ge sektörüne yeterli kaynak ayıran gelişmiş ülkeler
için olsun, isterse az gelişmiş ülkeler için olsun, korumacı yaklaşımlar
ülkelerin büyüme performansı üzerinde olumsuz etki yapmaktadır. Gelişmiş
ülkelerde korumacı politikaların uygulanması durumunda, harcamalar Ar-ge
sektöründen tüketim mallarına kayacak ve bu durum kaynakların bilgi
üretilmesinde kullanılmasını engelleyeceğinden uzun dönem büyüme oranlarının
düşmesine sebep olacaktır. Bu şekilde imalat sanayinde koruyucu politikalar
uygulanması sonucunda, ekonomideki nitelikli işgücü, imalat sanayine kayacak ve
bunun sonucunda da ekonomik büyümenin motoru olan teknolojik yeniliklerde
azalma meydana gelecektir (Grossman ve Helpman 1994: 39; Demir ve diğerleri
2005: 184).
Groosman
ve Helpman teknolojik yeniliklere dayalı büyüme modelini iki başlık altında
incelemektedirler. Bunlardan birincisi ürün çeşitliliğindeki artış sonucu
meydana gelen teknolojik yeniliklerin büyüme etkileri, ikincisi ise kamusal
nitelikli bilgi ve büyüme etkileridir. Ürün çeşitliliğindeki artışa dayanan
modelde firmalar tekelci rantlar elde etmektedirler (Eaton ve Kortum 2006: 13).
Ar-ge yatırımları sonucunda yeni ürün
geliştirerek tekelci rantlar elde eden firmaların yanı sıra rekabete konu
olmayan ve dolayısıyla tüm firmalar tarafından kullanılabilen mallar da söz
konusudur. Bilginin kamusal mal olma niteliği büyük ölçüde Romer’in 1990
modeline dayanmaktadır.Modelin varsayımları şu şekildedir; yeni malların
geliştirilme potansiyeli sınırsızdır ve yeniliklerin yapılabilmesi için gerekli
kaynaklar sabittir. Bilgi üretim sektöründe ölçeğe göre azalan getiriler söz
konusu değildir.Üretilen ürünler fiyatlanırken ücret oranlarının bir fonksiyonu
olacak şekilde fiyatlanmaktadır. Ücret oranları ise serbest giriş koşulu
tarafından belirlenmektedir.Piyasada ne kadar firmanın faaliyet göstereceği
firmaların kar beklentileri tarafından belirlenmektedir. Statik denge durumunda
fiyatlar ve kaynak dağılımı, ürün çeşit miktarı ve firmaların değerinin sabit
olması varsayımı altında çözümlenmektedir (Arnold 2005: 3).Grossman ve
Helpman’nın bilginin kamusal mal olduğu varsayımına dayalı ikinci modeli, Romer
(1990) modelini endüstriyel Ar-Ge kazançlarını içerecek şekilde genişletmiştir.
Buna göre, Ar-ge faaliyetlerinin iki farklı
ürünü
söz konusudur. Birincisi, her bir Ar-ge projesi, yeni bir ürün için tasarım geliştirir.
Bu yeni tasarım, tasarımcısına tekel karı şeklinde bir gelir getirmektedir. İkinci
olarak, her bir Ar-Ge projesi mevcut genel bilgi sermayesi stokuna ( n K )
bir katkı sağlamaktadır. Bu sermaye stoku, gelecek nesillerin kullanabileceği
fikirler ve yöntemler kümesi ile tasvir edilmektedir. Teknolojik yeniliklerin
hızlanması, ekonomide beşeri sermayenin ne ölçüde geniş olduğu, Ar-ge
faaliyetlerindeki etkinlik oranı, hane halkının tüketimini zamanlar arasında
tahsis ederken bugünkü tüketimini gelecek dönemlere ertelemesindeki isteklilik
ve farklılaştırılmış ürün çeşitliliği tarafından belirlenmektedir. İşgücü arzı
şeklindeki kaynakların genişliği her bir sektörde istihdam edilen emek
miktarının artmasına neden olmakta, bu da yenilik üretim sektörünün
kullanabileceği işgücü miktarını arttırarak yeni
teknolojilerin
üretilmesini sağlamaktadır.
3.1.4.Evrimci Büyüme Modelleri:
a.Schumpeter’in İktisadi Büyümeye Bakışı:
Schumpeter “Theory of Economic Development “ adlı kitabında
kapitalist ekonominin büyüme dinamiklerini teknolojik gelişmeleri merkeze
koyan,neoklasik iktisadın denge merkezli analizinden uzak bir tarzda
incelemiştir. Almanca ilk baskısı 1911 yılında yapılan bu çalışma Schumpeter’in
kapitalizmin gelişme dinamiklerine ve teknolojiye bakış açısının çatısını
oluşturmaktadır. Schumpeter evrim terimini kullanmamakla birlikte kapitalist
ekonominin gelişme dinamiklerini evrimci, gelişmeci bir teorik çerçevede ele almıştır.
Schumpeter, günümüzde evrimci
iktisatçıların kullandığı temel analitik kavramları neoklasik iktisat
karşısında kendi gelişme teorisini inşa ederken kullanmıştır. Dosi’ye (1990)
göre Schumpeter’in yaklaşımının neoklasik iktisada göre temelde üç ayırt edici
noktası vardır.
1. Kapitalizmi çözümlerken çıkış noktasının denge değil, değişim
olması.
2. Sosyal kurumların doğduğu, geliştiği ve yok olduğu tarihsel zamana
dayanması.
3. Rasyonel kararlara bağlı
olarak ençoklaştırma faaliyetleri peşinde koşan iktisadi ajana karşı duyulan
şüphe.
Schumpeter neoklasik kararlı durağan durum denge yaklaşımının
tersine, kapitalist sistemi denge dışı bir evrimsel süreç çerçevesinde
incelemiştir. Schumpeter’in bu değişim dinamiğinin temelinde kapitalist
gelişmeye içsel olan inovasyon vardır. İnovasyon mevcut kaynakların yeni
bileşimler olarak sunulması biçiminde tanımlanmaktadır (Schumpeter,
1934: 66). Ekonomik değişmenin kaynağı olan beş temel inovasyon biçimi vardır.
1. Yeni tüketim maddeleri: Ürün inovasyonu olarak nitelendirilen yeni
ürünlerin geliştirilmesi.
2. Yeni üretim metotları: Süreç inovasyonu olarak nitelendirilen
üretimde yeni tekniklerin kullanılması.
3. Yeni pazarlar: Yeni pazarların veya yeni pazarlama olanaklarının
gelişmesi.
4. Yeni hammadde kaynakları. : Yeni kaynakların kullanıma girmesi.
5. Yeni endüstriyel
örgütlenmeler: Örgütsel inovasyon olarak nitelendirilen, iş yapma biçimindeki
değişmeler.
İnovasyonları gerçekleştirenler
girişimcilerdir. Girişimci, yeni ürünler peşinde koşan, firmanın yönetiminde
yeni arayışlar içinde olan, yeni piyasalar keşfeden bir kişidir. Girişimcinin
rolü, bir buluşu ya da genel olarak hiç kullanılmamış bir teknik olanağı
kullanarak üretim sistemini yenilemesi ve düzeltmesidir.(Schumpeter, 1942:202)
Schumpeter’in girişimcileri belirli bir sınıftan gelmezler onlar yetenekli bir
azınlığı oluştururlar .(Heilbroner, 2003: 266) Bu elit insan tipi kendi içinde
de yetenek farklılıkları gösterir. Teknolojik gelişimi sağlayan ajanların
içinde farklılaşması teknolojik çeşitliliğin ve evrimci gelişimin motorunu
oluşturmaktadır. Girişimciyi harekete geçiren güdü ise kardır. Kar inovasyon
yapmanın getirisidir ve girişimciler tarafından elde edilir. İnovasyonun ortaya
çıkmasında banka kredisi merkezi bir rol oynar. Yaratıcı girişimcinin yanında
risk üstlenici banker de ekonomik gelişmenin en önemli öğesidir.(Hanusch ve
Pyka, 2007: 282) Girişimci ile banker arasında kopmaz bir birliktelik vardır.
Schumpeter’e göre kapitalist bir ekonominin içsel değişim dinamikleri inovasyon
(neden) , girişimci (özne) ve banka kredisi (araç) olmaktadır.(Gürkan,
2007:254) Schumpeter kapitalist ekonomiyi, bitmek bilmeyen bir “yaratıcı yıkım”
süreci olarak tanımlamaktadır. Kapitalist sistemdeki her firma yeni bir
tasarım, maliyet azaltıcı çaba, yeni bir ürün, yeni girdilerin bulunması, yeni
üretim yöntemlerinin geliştirilmesi yollarıyla piyasa payını artırmaya ve hâkim
konuma geçmeye çalışır. Ancak her yaratıcılık, kendisinden önceki tekelci gücü
de yıkmaktadır.
b. Neo-Schumpeterci
Teknoekonomik Paradigma Yaklaşımı:
Bu yaklaşım, teknolojik gelişmeyi Schumpeter’in ele aldığı biçimde
inceleyen ve 1965 yılında İngiltere’deki Sussex Üniversitesi bünyesinde kurulan
“Science Policy Research Unit” (SPRU) bünyesinde çalışan Freeman, Soete, Dosi
,Perez gibi iktisatçılar tarafından geliştirilmiştir. İnovasyon konusunda
disiplinler arası çalışmaların öncüsü konumundaki kurumun yöneticisi olarak
Freeman, inovasyonun toplumsal, tarihsel, kurumsal ve evrimsel doğasının anlaşılmasında
ufuk açıcı katkılar yaparak evrimci iktisat geleneğinin oluşmasında öncü
olmuştur. Neo-Schumpeterci teori, ya da teknoekonomik paradigma yaklaşımı
Kondratiev’in uzun dalgalar teorisini, Schumpeter’in ekonomik gelişme teorisi
ile birleştiren ve kapitalist gelişme sürecinde teknolojik değişime ağırlık
veren bir teoridir. (Taymaz, 1993: 14) Schumpetere göre her uzun dalga bir
yandan o dönemdeki teknolojik yenilik farklılıklarından ve bir yandan da
savaşlar, altın madenlerinin keşfi ya da kıtlık gibi tarihi olayların
farklılığından dolayı benzersizdir. Ancak bu uzun dönemli dalgalanmaların
açıklanmasında en önemli öğe kapitalist büyümenin motoru, girişimci karlarının
kaynağı inovasyonlardır.(Freeman ve Soete, 2003:22) “Teknoekonomik
paradigma ifadesi, anlam olarak, teknik açıdan gerçekleştirilebilir bir dizi
yenilik arasından ekonomik seçim yapma sürecini içerir. Gerçekte yeni bir
paradigmanın belirgin hale gelmesi nispeten uzun bir zaman(birkaç on yıl) alır;
bunun bütün sisteme yayılmasıysa daha uzun sürer. Bu yayılım, teknolojik,
ekonomik ve siyasi güçler arasında, kurumsal yeniliklerin (ya da kurumsal
yenilenmelerin) son derece önem kazandığı karmaşık bir etkileşim sürecini
içerir”. (Freeman, 1990:3) Teknoekonomik paradigma değişmelerinin anlaşılmasında
temel çözümleme düzeyi Schumpeter’in de vurguladığı inovasyonlar olmaktadır.
Teknolojik sistemlerindeki inovasyonlardan kaynaklanan bazı değişmeler,
yarattıkları sonuçlar bakımından o denli uzun erimlidirler ki, bunların, bütün
ekonominin işleyişi üzerinde büyük etkileri olur. Bu değişimler Schumpeter’ in
“ekonomik gelişmede uzun çevrimler” kuramının ana eksenini oluşturan “yaratıcı
yıkım fırtınaları (creative gales of destruction)” olarak adlandırdığı olguyu
oluşturur. Bu yaratıcı yıkım fırtınalarının arkasında yatan temel güç belli
tarihsel dönmede yoğunlaşan inovasyonlardır. İnovasyonlar dört başlık altında
ele alınmaktadır.(Freeman ve Perez, 1988:45-47)
1. Artımsal (incremental) İnovasyonlar: Sanayi ve hizmetlerde görülen endüstriler arasında, ülkeden
ülkeye farklı oranlarda gerçekleşen az çok süreklilik arz eden küçük teknolojik
değişikliklerdir. Ar-Ge çalışmalarının sonucu değil daha çok, yaparak öğrenme
süreçleri, üretim sürecine katılan mühendislik faaliyetlerinin iyileşmesine
bağlı olarak orta çıkan ya da kullanıcıların önerileri ve etkileri ile oluşan
inovasyonlardır.
2. Radikal İnovasyonlar: Ar-Ge
faaliyetlerinin sonucu ortaya çıkan, sürekli bir nitelik göstermeyen, sektörler
arasında eşitsiz olarak gerçekleşen önemli ve etkili teknolojik değişmelerdir.
Radikal inovasyonlar örneğin naylon gibi, önemli yapısal değişmeler yaratsalar
da ekonominin bütünü üzerindeki etkileri göreli olarak küçük ve yerel
olmaktadır.
3. Teknolojik Sistem Değişmeleri:
Ekonomideki farklı sektörleri etkileyen yeni sektörlerin oluşmasına neden olan
köklü teknolojik değişmelerdir. Bir ya da birkaç firmadan fazlasını etkileyen
örgütsel inovasyonları da kapsayacak biçimde radikal ve artımsal inovasyonların
birleşiminden kaynaklanır. Sentetik madde inovasyonları, petrokimya
inovasyonları, içten yanmalı motor inovasyonları bu tür değişimlere örnek
olarak verilebilir.
4. Teknoekonomik Paradigma
Değişmeleri: (Teknolojik Devrimler): Bazı
teknolojik sistem değişmeleri ekonominin bütün davranışı üzerinde büyük
etkilerde bulunur. Bu tür değişmeler radikal ve artımsal inovasyonların
kümelenmesi ve bunun sonucu olarak birçok teknolojik sistemin birlikte ortaya
çıkmasıyla meydana gelirler. Teknolojik devrimlerin karakteristik özelliği yalnızca
bazı ürün, hizmet ya da sektörler üzerinde değil ekonominin tüm branşları
üzerindeki yaygın etkisidir.
Teknolojik devrimler; ya da yaratıcı yıkım
fırtınaları sosyal yapı üzerinde de önemli değişmeler meydana getirirler. Bu
değişmelerin ekonominin bütününe yayılması için üretimin örgütlenme tarzında da
köklü dönüşümler gerçekleşmelidir. “ Böylesi teknolojik devrimler, hem eski hem
de yeni ürünler için hızla değişen üretim işlevlerinin ortaya çıkmasına neden
olur. Emek ya da sermayede ne kadar tasarruf sağlanacağı başta tam olarak
kestirilemez; ama ürün ve üretim yöntemi tasarımlarında yeni teknolojinin
uygulanmasıyla elde edilen genel ekonomik ve teknik yarar gittikçe artarak
iyice görünür hale gelir ve giderek uygulamada, yeni pratik kurallar yerleşir.
Paradigmadaki böylesi değişimler potansiyel üretkenlikte önemli bir atılım
yapabilmeyi olanaklı kılar; ama başlangıçta bu atılım, yalnızca, önde gelen
birkaç sektörde gerçekleşir. Başka sektörlerde, böylesi kazanımlar, genellikle,
uzun vadeli örgütsel ve toplumsal değişimler olmadan gerçekleştirilemez”.
(Freeman, 1990:4) Yeni ekonomik paradigmanın eski paradigmaya üstünlük
sağlayabilmesi için yeni paradigmaya özgü bir grup anahtar girdi olarak
tanımlanabilecek faktöre sahip olması gerekmektedir. Bu faktörler şu koşullara
sahip olmalıdırlar: (Freeman ve Perez, 1988:48)
1. Düşük ve hızla azalan üretim maliyetleri.
2. Uzun dönmede sınırsız gibi gözüken arz olanakları.
3. Ekonominin bütününde,birçok
ürün ve süreçte kullanım potansiyeli.
Yeni teknoekonomik paradigma egemen olduktan sonra yeni bir
yörünge altında gelişir. Teknolojik çeşitlilik teknolojik devrim sonucu hızla
artsa da sektörler arasında yeni doğan teknolojilere dayalı olarak ortaya
çıkacak üretkenlik artışının bir sınırı vardır. Yeni teknolojik paradigmanın
olanakları tüketildikçe sektörler birer birer büyüme sınırına gelecek karlar
düşecek ve üretkenlik artış hızı yavaşlayacaktır.(Taymaz 1993:15) Mevcut
paradigmanın üretkenliğini kaybetmesi ekonomiyi yeni bir paradigma arayışına
itecek ve sistem teknolojik yeni bir ardışık teknolojik paradigmaya geçiş
yapacaktır.
Neo-Schumpeterci teori evrimci iktisada önemli iki katkı
yapmıştır: Birincisi, Schumpeter’in çalışmalarının merkezi olan inovasyona
sistemik bir yaklaşım tarzı geliştirmiş ve bunu tarihsel süreçlere
uygulamıştır; böylelikle teknolojik sistemlerin oluşma dinamiklerin daha iyi
anlaşılmasına olanak sağlamıştır. İkinci olarak, teknolojik gelişme
dinamiklerinin sosyal, örgütsel ve kurumsal bağını araştırmaya yönelik ilk
ciddi girişimin sonuçlarını içeren bir alanyazını yaratmıştır.
Nelson ve Winter Modeli:
Nelson ve Winter’ in geliştirdiği evrimci firma modelinde,(Nelson
ve Winter ,1982) firmalar örgütsel hafızaları olan rutinlere göre davranan,
içinde bulundukları durumu devam ettirme eğiliminde olan yapılardır. Bu değişim
sürecinde belirleyici olan firmanın daha etkin bir konuma geçme arzusudur.
Firmaların önemli bir kısmı yaptıkları işle yetinirken, bazıları daha
etkin sonuçlar doğuracak rutinler arama
işine girişirler. Bu arama süreci önemli ölçüde belirsizlik içerdiğinden, daha
etkin olan rutinlerin geliştirilebilmesi için bir garanti mevcut değildir. Yeni
rutin eski rutine göre firmanın büyümesine olanak tanıyacak şekilde daha
etkinse uygulamaya konulacaktır. Yeni rutinler ya firma bünyesinde yapılacak
araştırma ve geliştirme faaliyetine bağlı olarak ortaya çıkacak inovasyon
sonucu oluşur ya da firma, endüstri içinde yenilikçi olan bir firmayı taklit
ederek onun rutinini kendinde uygulamaya koyar. Ancak bilginin aktarılabilmesinin
sınırlı doğası nedeniyle firma taklitçiliğinin firmaya sağlayacağı gelişme
dinamiklerinin sınırları mevcuttur. Bu nedenle firma büyüyebilmek için kendisi
yenilikçi olmalıdır.
Firmanın yenilikçi olmasına neden olan rutinler, firmanın
inovasyon yeteneğini artıracaktır. Endüstri içinde piyasa payı artan firma
hızla büyümeye devam edecektir. Büyüyen firmanın rutini piyasa mekanizmasının
yarattığı doğal seçilim süreci sonucu endüstri rutin havuzunda artacaktır.
Diğer firmalar bu piyasa rekabeti sonucu, ya arama faaliyeti sonucu yenilikçi
hale gelecekler, ya yenilikçi firmayı taklit etmeye çalışacaklar ya da piyasa
dışına itileceklerdir. Yenilikçi firma için inovasyonun başarıya ulaşması
yaşamsal önem taşımaktadır. Çünkü firmanın giriştiği Ar-Ge faaliyetlerinin
finansmanı firmanın elde edeceği kârdan sağlanmaktadır.
Nelson ve Winter modelinde makro ekonomik dinamiklerin temelinde
rekabet ve teknolojik değişmenin ortaya çıkarttığı mikro ekonomik etkiler
bulunmaktadır. Bu model birçok evrimci modelin ortaya çıkmasında öncü bir rol
oynamıştır. Bu modeller üç ana başlık altında toplanabilir. (Llerena ve Lorentz
,2003:14)
1. İçerilmemiş Teknolojik
Gelişme Modelleri: Chiaromente ve Dosi 1993, Dosi ve Fabiani 1994
2. İçerilmiş Teknolojik
Gelişme Modelleri: Silverberg ve Verspargen 1994, Silverberg ve Lehnert 1994
3. Teknolojik Açık Yaklaşımı: Fagerberg 1987,1988
Evrimci modellerin ortak vurgu
yaptıkları nokta ,teknolojik değişimin kaynağının yatırımlara bağlı ortaya
çıkan Ar-Ge süreci olduğudur.Bu yatırımlar Ar-Ge sürecinin başarısını doğrudan
etkilemektedir.Bu modellerdeki teknolojik değişme Post Keynesci iktisatçı
Kaldor tarafından geliştirilen teknik ilerleme fonksiyonunun stokastik
versiyonu
olarak ele alınabilir (Verspagen,1999) .Evrimci büyüme
modellerinin üç temel özelliği bulunmaktadır.
1. Büyüme süreci teknolojik gelişme sürecinin sonucu olarak ortaya
çıkmaktadır. Teknolojik gelişme sürecinde artan getiriler ve piyasa
mekanizmasına dayalı seçilim süreci etkin bir rol oynamaktadır.
2. Metodolojik düzeyde neoklasik iktisadın mekanikten borç aldığı
denge merkezli analiz red edilmektedir. İktisadi büyüme sürecinin gerçek
tarihsel zamanda meydana gelen, kurumsal değişmeleri içeren tersinmez doğasına
vurgu öne çıkmaktadır.
3. Makro ekonomik gelişmenin altında firmaların yatırım ve rekabete
dayalı sınırlı rasyonalite temelli kararları olduğu gerçeğinin kabul edilmesi.
Gelişmekte Olan Ülkeler İçin Politika
Önerileri: Yakınsama versus Yakalama:
Solowcu neoklasik büyüme modelinin ülkeler arasındaki gelir
farklılıklarına yönelik temel önermesi;uzun dönemde ülkelerin kişi başına düşen
milli gelir seviyelerinin birbirlerine yaklaşacağı dolayısıyla gelişmişlik
farklarının kendiliğinden ortadan kalkacağı şeklindedir.
Bu öngörüye “yakınsama hipotezi” (convergence hypothesis) olarak
adlandırılmaktadır. Neoklasik büyüme modeline göre, sermayenin azalan
verimlilikle çalışması, ülkelerarasında bir yakınsamaya yol açacaktır.
Yakınsama hipotezinde gelişmiş ülkelerden sermayenin getirisinin yüksek olduğu
gelişmekte olan ülkelere doğru bir sermaye akışının olduğu ima edilmektedir.
Hipoteze göre sermayenin işgücünden daha hızlı arttığı bir ekonomide teknoloji
dışsal ve sabitken faiz hadlerinin düşeceği ve fakir ülkelerin zengin
ülkelerden daha hızlı büyüyüp onları önünde sonunda yakalayacağı
öngörülmektedir. Diğer bir ifadeyle, gelişmiş ve gelişmekte olan bir ülkede
aynı düzeydeki bir yatırımın başlangıçta faktör donanımlarının farklı
olmasından dolayı gelişmekte olan ülkedeki hasılayı daha fazla arttıracağı,
büyümeyi hızlandıracağı ve ülkelerin birbirlerine yaklaşacağı beklenmektedir.
Ancak 1980’li yılların ortalarındaki ilk çalışmalar, tüm ülkeleri kapsayan bir
yakınsama sürecinin gerçekleşmediğini ortaya koyunca, yeni içsel büyüme
modellerinin belirmesinde bir neden ortaya çıkmış oldu.
Günümüzde yakınsama tartışmaları
basitçe ülkelerarası yakınsama kavramının ötesine geçmiş, büyüme literatürüne
yeni yakınsama biçimleri katılmıştır. Koşullu yakınsama olarak ortaya konan bu
yaklaşıma göre yakınsama benzer başlangıç koşullarına sahip yapısal ve
teknolojik düzeyleri arasında benzerlik bulunan ülke grupları arasında
gerçekleşecektir. Robert Barro, daha çok yatırım yapan ülkeler daha hızlı
büyürken, daha büyük yatırımların büyüme üzerindeki etkisinin geçici gibi
göründüğünü, daha yüksek yatırım yapanların bir durağan duruma daha yüksek
büyüme oranıyla değil, kişi başına daha yüksek bir gelirle ulaşacaklarını
göstermiştir. Bu durum, Neo-klasik teorinin öngördüğü gibidir. Barro, bu
sonuçtan şartlı yakınlaşma olarak bahsetmektedir. Yani ülkeler yatırımın GSYİH
içindeki payına şartlı olarak durağan duruma yakınlaşmaktadır. Düzeyler, aynı
zamanda, GSYİH’deki kamu harcamaları ve beşerî sermayeye yatırım oranı gibi
diğer değişkenlere de bağlıdır.
Yakınsama hipotezinden farklı olarak “yetişme” (catching up)
süreci analizi geri kalmış ülkelerin öncü teknolojiye sahip ülkeleri taklit
ederek hızlı bir büyüme patikasına girecekleri aksiyomuna dayanmaktadır.
Yakalama yaklaşımı fiziki ve beşeri sermaye yatırımları yanında sosyal ve
kurumsal faktörlere de vurgu yapmaktadır (Fagerberg ,1995) Yetişme teorilerinin
öncü modelleri Gerschenkron, Abromovitz teorisyenler tarafından tarihsel
iktisadi analiz temelinde geliştirilmiştir. Avrupa kıtası içindeki sanayileşme
tecrübelerine odaklanan bu yaklaşımlar, arkadan gelen ülkelerin öncü ülkelere
göre sahip oldukları bazı üstünlüklere vurgu yapmaktadırlar. Teknoloji
merkezli, evrimci iktisat teorisinden kaynaklanan Neo-Schumpeteryan olarak
adlandırılan modeller teknolojik açık, öğrenme modelleri, inovasyon sistemi
gibi kavramlar çerçevesinde çözümlemeler getirmektedirler. Bu ikinci nesil
modeller Asya ülkelerin kalkınma tecrübelerin odaklanmaktadırlar
Gerschenkron’un geç endüstrileşme yaklaşımı Almanya ve Rusya’nın
sanayileşme tecrübelerini incelemekte ve bu ülkelerin sanayi devriminin öncüsü
olan İngiltere’yi yakamla süreçlerini analiz etmektedir. Gerschenkron, Rostow
tarafından geliştirilen doğrusal aşamalı ve her ülke için aynı olan büyüme ve
gelişme patikasını reddetmektedir. İngiltere’ de gerçekleşen sanayileşme geri
kalmış ülkelerde ancak bazı ikame edici kurumların varlığı ile
başarılabilmektedir. Bu ikame edici kurumlar Almanya da bankalar, Rusya da ise
bizzat devlet olmaktadır. (Gershenkron 1962:355) II Dünya Savaşı sonrası
dönmede Avrupa ülkelerinin büyüme performanslarını inceleyen Abromovitz bu
dönemi “yakınsama patlaması” (convergence boom) olarak adlandırmaktadır.
Bu dönmede Avrupa ABD ye yetişecek bir büyüme performansı göstermiştir.
Sosyal yetenek kavramı ise gelişmekte
olan ülkelerin teknolojik düzey ,beşeri sermaye ,alt yapı gibi temel
yeteneklerini tanımlamaktadır.Avrupa’nın bütünleşmeye giderek homojen ve büyük
bir iç pazar yaratması, yüksek öğretim, Ar-ge harcamalarını arttırarak sosyal
yetenek birikimi sağlamsı ABD yi yakalamasında belirleyici olan temel
faktörlerdir.
Evrimci iktisat temelli modeller
teknolojik uygunluk kavramının yanında inovasyona da büyük önem
atfetmektedirler. İnovasyonun kara bir kutu olmaktan çıkmasında evrimci iktisat
teorisinin büyük katkısı olmuştur. Evrimci iktisadın çabaları ile son on yıllık
dönemde inovasyon kavramına yaklaşım, doğrusal model analizi çerçevesindeki
tartışmalardan sistem yaklaşımına doğru evrilmiştir. Sistem yaklaşımı yeni
teknolojilerin oluşmasının dinamiklerini araştırmanın yanında yeni
teknolojilerin yayılımını ve aktörler tarafından paylaşımına odaklanmaktadır.
Eşdeyişle inovasyon farklı aktörlerin birbirleriye kurdukları etkileşimin
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Sistem yaklaşımına göre, inovasyonun başarısı
sadece firmaların firma dışı kurumların nasıl hareket ettiklerine değil, bütün
aktörlerin bilgi paylaşım ağyapıları oluşturacak şekilde birlikte nasıl hareket
ettiğine bağlıdır. (Geels, 2004) Gelişmekte olan ülkeler açısında
sürdürülebilir büyümenin sağlaması ve gelişmiş ülkelerin yakalanmasına yönelik
stratejiler teknoloji üretimine ve üretilen teknolojilerin yayılmasın olanak
tanıyan etkin inovasyon sistemleri kurmak ile olanaklı hale gelecektir. Ulusal
İnovasyon Siteminin etkinliğini arttırılması için, sanayi politikaları ile
desteklenmelidir.”Sanayi politikaları, makroekonomik politika araçları
dışındaki araçlarla, üretim sektörleri arasındaki gerçek kaynak tahsisini ve
kaynak tahsisinsin genel mekanizmalarını değiştirmek için tasarlanmış politik
faaliyetler olara tanımlanabilir.”(Taymaz 1993 :564) Sanayi politikaları ;
rekabet politikaları ,yatırım politikaları,bölgesel gelişme politikaları
,teknoloji politikaları ve KOBİ politikalarından meydan gelir.Özellikle
gelişmekte olan ülkeler açısından teknoloji politikaları büyük önem arz
etmektedir.Teknoloji politikası, teknolojik gelişme sürecinin hızı ve yönünü
etkilemek amacıyla uygulanan devlet politikaları olarak
tanımlanmaktadır.(Taymaz 1993:550) Teknoloji politikalarının temel amaçları,
inovasyon alt yapısının geliştirilmesi, inovasyon sürecinin en önemli
girdilerinden biri olan Ar-ge faaliyetlerinin desteklenmesi, teknolojik
yeniliklerin yaygınlaştırılmasıdır.
İnovasyon sistemini
destekleyici teknoloji politikası teknolojik yayılmaya yönelik bir politika
olmalıdır. Teknolojik yayılmaya yönelik politikanın ne önemli unsuru teknolojik
gelişmenin üretilmesinde ve yayılmasında piyasa dışı ilişkilere yapılan
vurgudur. İnovasyonun ağyapılar içinde olduğu ve yayıldığı, teknolojik
işbirliği faaliyetlerin öne çıktığı bir sistemin inşasında,
teknolojik işbirliği faaliyetlerini destekleyen ve tasarlayan kamu
politikalarının varlığı son derece önemli olmaktadır.
Neoklasik
iktisadın kara bir kutu olarak ele aldığı teknolojik değişim olgusunun
doğasının anlaşılmasına evrimci iktisat geleneği büyük önem taşımaktadır.
Teknolojik gelişmeyi dışsak olarak kabul eden solowcu neoklasik model iktisat
politikalarının uzun dönmeli iktisadi büyüme oranı üzerinde etkisi olmadığını
ortaya koyarken ülkeler arasındaki gelir farklılıklarının kapanmasına yönelik
aktif politikalar değil kendiliğinden meydana geleceğini öngördüğü yakınsama
sürecine vurgu yapmaktadır.1980’li yılların ikinci yarısından itibaren iktisadi
büyüme literatürünü işgal etmeye başlayan yeni büyüme teorileri teknolojik
gelişmeyi içsel olarak açıklarken mutlak bir yakınsamanın olmayacağına vurgu
yapmışlardır. Teknolojik gelişmenin kaynağını Ar-Ge faaliyetleri olarak gören
içsel büyüme modelleri; firma ve tüketicilerin optimizasyona yönelik
davranışlarının içsel olarak belirlediği teknolojik gelişmenin büyümeyi
belirlediği genel denge temelli büyüme modelleridir. Ar-ge tabanlı büyüme
modellerinde büyüme sürecinin temel belirleyicisi kar peşinde koşan firmaların
karlılıklarını sürdürmek için üretmeleri gereken buluş ve inovasyonları ortaya
çıkaran Ar-ge faaliyetleri olmaktadır. Birinci nesil modeller iktisat
politikalarının büyüme üzerinde etkisi olduğu sonucuna varırken, ölçek etkisi
sorunun ortadan kaldırılmasına bağlı olarak ortaya çıkan ikinci nesil modeller
Solowcu neoklasik modelle aynı politika sonucuna varmaktadırlar. Gelişmekte
olan ülkeler için yakalamaya yönelik politika çerçevesini belirleyen kuramsal
yaklaşım, teknolojik gelişmenin mikro doğasına vurgu yapan teknolojinin
geliştirilmesinde öğrenme süreçlerini rolünü ortaya koyan evrimci iktisat
olmaktadır. Evrimci iktisadın önerdiği politika çerçevesi teknolojik gelişmenin
üretilmesinde ve yayılmasında piyasa dışı ilişkilere yapılan vurgu yapan inovasyon
sistemi yaklaşımı olmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler için temel yakalama
stratejisi ulusal,bölgesel ve sektörel düzeyde tanımlanan inovasyon
sistemlerinin etkin çalışmasına olanak tanıyacak kurumsal ve yapısal
düzenlemeleri yapmak olacaktır.
3.2.Arge Harcamalarının Büyümeye
Etkisi
Ar-ge
yatırımları çok sayıda yenilik yaratır bu da ekonomik büyümeyi teşvik eder.
Ülke
hükümetleri için sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin sağlanması önemlidir.
Sürdürülebilir büyümenin yani büyümenin yıllar itibari ile sağlanmasında
yenilik itici bir güç olmuştur. Yenilik, bilim ve teknoloji politikaları için
ne kadar önemli ise iktisat politikaları için de önemli bir hale gelmiştir.
Yenilik iki şekilde elde edilebilir; Birincisi firma ve ulusal araştırma ve
geliştirme (AR‐GE)
faaliyetleri sonucunda, ikincisi ise
teknoloji
üreten gelişmiş ülkelerden transfer edilmesi sonucunda. Teknolojik yeniliklerde
ortaya konan ürün, teknolojik olarak yeni bir ürün olabilir ya da var olan bir
ürünün teknolojik olarak geliştirilmiş hali olabilir.
Ekonomik büyümenin sağlanmasında teknolojik
gelişmeler etkili bir rol oynamaktadır. Teknolojik gelişmeler firmalar
tarafından yapılan Ar-ge faaliyetleri
sonucunda ortaya çıkmaktadır. Teknolojik yenilikler, bir firmanın rekabet
gücünü artırıp pazar payının büyümesini sağladığı gibi karlılığının da
artmasına katkıda bulunmaktadır. Teknolojik yenilik üretimde etkinlik
sağlayarak kaynakların etkin kullanımı sağlayacaktır. Makro açıdan bakıldığında
ise ekonomik büyümeyi hızlandırarak yaşam kalitesinin artmasında önemli bir
faktördür.
Makro ekonominin en temel sorunlarından biri
olan ekonomik büyüme, kişilerin yaşam standardını ve refah seviyesini
etkilemesi bakımından önemlidir. Ar-ge yatırımları, bir ülkenin rekabet gücünün
ve ekonomik gelişmişliğinin değerlendirilmesinde anahtar kriterlerden biri
olarak düşünülür. Ar-ge yatırımları ekonomik büyümeyi yenilik, sermaye
birikimi, beşeri sermayede gelişim gibi birçok kanal yolu ile etkilemektedir. Ar-ge
uzun dönemde refah ve verimliliğin anahtar belirleyicisidir. Gelişmiş
ekonomilerde ekonomik büyümeyi sağlayan ana faktörlerden biri geliştirilmiş
yeni ürün ve tekniklerdir (Stokey, 1995: 469). Yenilik, yeni ürün ve
tekniklerin ortaya çıkmasında önemli rol oynar.
Yenilik
ve teknolojik değişim ise yeni olan ekonomik bilgiye dayanır. Ar-ge yatırımları
firmaların teknolojilerinde daha yüksek standartlara ulaşma olanağını artırır;
bu da daha yüksek gelir seviyesine ve büyümeye neden olur. Firmalar Ar-ge
yatırımları
yapar
iken hem firmaların kendi yapısından kaynaklanan faktörleri (endüstrinin
yapısı, karlılık, sermaye stoku, işçilere ödenen ücretler vb) hem de genel
faktörleri (ticaret politikaları, vergi oranları, piyasa açıklık derecesi vb) göz
önünde bulundururlar. Bir ülkenin toplam faktör verimliliği sadece ülke
içindeki Ar-ge sermayesine bağlı olmayıp aynı zamanda yabancı Ar-ge sermayesine
de bağlıdır (Coe ve Helpman, 1995). Ar-ge için kaynakların büyük oranda tahsis
edilmesi gelecekte verimlilik ve ücretlerde bir artışı sağlayacaktır.
Ar-ge
harcamalarının verimlilik büyümesini etkilemede pozitif yönde ve anlamlı olduğu
sonucuna varmıştır. Griffith vd. (2004) OECD ülkelerinden 12’si için panel
yöntemini uygulamaları sonucunda Ar-genin hem teknolojinin gelişmesinde hem de
yenilikte istatistiksel ve ekonomik olarak anlamlı olduğu görülmüştür. Yu‐ming
vd. (2007) Çin ülkesi için Ar-ge ve GSYİH arasındaki ilişkiyi eşbütünleşme ve
nedensellik yöntemi ile araştırmışlardır. Sınama sonucunda ar-ge ve GSYİH
arasında uzun dönemli eşbütünleşme ilişkisi olduğu gibi, Ar-geden GSYİH’ya
doğru iki yönlü nedensel ilişkinin varlığı tespit edilmiştir. Sadraoui ve Zina
(2009) 23 ülke için Genelleştirilmiş Momentler Yöntemi ve panel veri
sınamalarını uygulayarak Ar-ge ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiye bakmışlardır.
Tüm ülkelerde her iki değişken arasında pozitif ve anlamlı bir ilişki olduğunu
tespit etmişlerdir.
Sermaye, işgücü miktarlarındaki artış ve
teknolojik gelişme büyümenin kaynakları arasında yer almaktadır. Son zamanlarda
bir ülkenin ekonomik gelişmişliğini ve toplumsal refahını belirleyen
etkenlerden biri olarak teknolojik alanda yapılan gelişmeler ön plana
çıkmaktadır. Bir ülkenin Ar-ge çalışmaları sonucunda yeni ürün ve üretim
yöntemleri geliştirmeleri o ülkenin rekabet gücünün ve verimliliğinin artmasını
sağlayacaktır.
Verimliliğin
artması, işgücü ve sermayenin kullanımındaki etkinliği artırır. Üretim
faktörlerinin etkin olarak kullanılması büyümeye pozitif bir etkide
bulunacaktır.
3.3.Yenilik ve Ekonomik Büyüme
İlişkisi
Günümüzde bilim ve teknolojiye bağlı olarak
oluşan yenilik, ekonomik büyümenin itici gücü olarak büyüme modellerinde ve
uygulamaya yönelik çalışmalarda daha fazla ele alınan bir konu olmuştur.
Yenilik ekonomik büyümeye işgücü, sermaye ve
toplam faktör verimliliği yönünden katkıda bulunur. Toplam faktör
verimliliğinin artması büyümenin önemli bir göstergesidir. Uygulamada yeniliğin
toplam faktör verimliliğine etkisinin değerlendirilmesinde Ar-ge yoğunluğu bir
ölçü olarak kullanılmaktadır.
Ar-ge harcamaları bilgiye yatırım olarak
düşünülebilir. Bu yüzden daha yüksek ar-ge harcamaları daha yüksek büyüme
hızına neden olur. Uygulamaya yönelik çalışmalarda, ar-ge ve verimlilik artışı arasında pozitif ve güçlü
bir ilişki bulunmuştur. Ancak kamunun yaptığı Ar-ge faaliyetlerinin özel
sektörün ar-ge yatırımlarının yerini aldığı durumlarda dışlama etkisi nedeniyle
çıktı artışına olumsuz etki yapacağı bazı çalışmalarda belirtilmektedir.
Dünya ekonomisindeki gelişmelere ve
gittikçe artan rekabet hızına bağlı olarak son yıllarda yenilik konusuna ilgi
daha da artmıştır. Çünkü yenilik makro düzeyde ekonominin büyüme hızını, mikro
düzeyde ise firmaların karlarını ve pazar paylarını arttıran önemli bir
unsurdur.
Ekonomik açıdan, ülkeler bir yandan
gittikçe daha açık ve bağımlı hale gelirken diğer taraftan yenilik ekonomik
gelişmenin itici gücü olmuştur. Bu iki süreç içinde farklı ülkelerdeki
yenilikçiler arasındaki hızlı iletişim ve yakın temas yenilik sürecini ve yeni
fikirlerin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Teknolojideki hızlı değişimler ticari
motiveleri ve dünya ticaret sistemindeki entegrasyon oluşumlarını
şiddetlendirmiştir. Bu yüzden verimlilik ve teknoloji konusuna ilgi doğal
olarak artmıştır.
Günümüzde artık yenilikle ilgisi olan her
ürün, üretim yöntemi ya da hizmetin bilim ve teknoloji ile bağlantısı
yükselmiştir ve yükselmeye de devam etmektedir. Bunun sonucunda da yenilik
süreci bilim ve teknoloji ile giderek daha fazla bağlantılı hale gelmiş ve ana
kaynağını da bilim ve teknoloji alanındaki yeni fikirler oluşturmaya
başlamıştır. Yenilik, bilim ve
teknolojiyi ekonomik ya da toplumsal bir faydaya dönüştürmek anlamında olunca
teknolojik yenilik de önemli olmuştur.
Bir ekonominin yenilik
performansı çeşitli faktörlere bağlıdır ve yenilik politikası geleneksel Ar-ge
politikalarını içeren geniş bir çerçeveyi kapsar. Bunlar, pazara giriş çıkış
serbestliği için sınırların belirlenmesi, yenilik teşvikleri ve ödülleri,
yeniliğin sosyal kabulünün sağlanması, kurumların esnekliği, eğitim düzeyinin
yüksekliği ve geniş alana yayılmış Ar-ge faaliyetlerini kapsar.
Yenilikçiler, ticari değeri olan bir
şeyleri keşfetme umutları olduğunda yatırım yaparlar. Bu, bazı malların
üretiminde daha iyi bir metot, yeni bir mal veya piyasadaki mallar arasında
yakın ikamesi olmayan ürünün yeni bir türü olabilir. Her durumda yenilikçi
araştırma çabalarının meyvelerinden bir kar elde etmek ister.
Fakat aralıklı olarak ortaya çıkan her yenilik sonrasında öğrenme süreci tekrar
başladığından Solow, her yeni teknolojinin ilk uygulama aşamasında maliyetinin
yüksek olacağını söylemektedir. Bu yüzden bir yenilik sonrası oluşacak ani
verimlilik artışı öğrenmenin başlangıçtaki eksikliği yüzünden düşük olacaktır.
Ayrıca yenilik yapan
firmalar bu yeniliklerinden elde ettikleri kazançlarını tamamıyla kendilerine
mal edemeyebileceklerinden dışsallık yaratılması kaçınılmaz olmaktadır.
Dışsallık ise üç şekilde ortaya çıkmaktadır.
1. Teknolojik yayılma bilgi eksikliği, iyi işlemeyen
patent, yetenekli işgücünün diğer firmalara hareketi yüzünden rakip firmanın
maliyetini azaltır.
2. Yeniliğin uyumunu tamamlayıcı ödemeler yüzünden
şebeke dışsallığı artabilir.
3. Teknolojik yayılma olmasa bile yeniliği yapan rakip
firmalara veya ek kullanıcılara tam olarak ayrı fiyat uygulamadıkça yeniliğin
sosyal kazancının tamamını kendisine mal edemez.
Yeniliğin temellerini
risk sermayesinin finansmanı, patentle koruma, bilgi sistemi, teknoloji ticareti,
yabancı yatırımlar, Ar-ge harcamaları, rekabet ve eğitim sistemi
oluşturmaktadır.
Firmaların
faaliyetlerine devam etmelerini ve yeni firmaların girişini sağlayacak kabul
edilebilir bir kar yenilikte önemli bir rol oynar. Bilgi sistemi de yenilikte
bilginin yayılması kadar önemlidir. Gelişmiş bir iletişim ağı ve geniş alana
yayılmış bir bilgisayar kullanımı yeni teknolojileri ve ürünleri öğrenmede yeni
global fırsatlar sağlar. Bu yüzden yenilik süreci kısalmakta ve yeniliğin ilk
aktarımından elde edilen Schumpeteryan kiralar bölgesel piyasada faaliyet
gösteren firmalar için azalmaktadır.
Patentle koruma da
yenilikçiler için önemlidir. Uluslararası patent koruma sistemi Uruguay
görüşmeleri kapsamında güçlendirilmiş ve yenilikçiler için teşvikler geniş
ölçüde arttırılmıştır. Ancak, yeni sayısallaştırılmış bilgi olanakları Amerika,
Avrupa, Asya ve diğer yerlerdeki taklitçilerin beklentilerini geliştirmiştir.
Bu yüzden yeniliğin etkili koruması uzun dönemde azalabilir. Bu eğilim
nedeniyle, yenilikçi firmalar lisans ve patent ticaretinin tersine daha çok
kontrol edilebilen know-how’un akımına izin verilen yabancı iştirakçilerle
piyasada hizmet etme eğiliminde olacaklardır. Risk sermayesi finansmanı ise
imalat ve hizmetler sektöründe teknoloji merkezli yeni katılımcılar için önemli
olmaktadır.
Yenilik ekonomik olmasının yanı sıra aynı
zamanda sosyal bir konu olduğu için bütün toplumu ilgilendirmektedir.
Ekonomistler açısından büyüme hızını arttırmada veya desteklemede önemli
olurken, malların kalitesini, ekonomik ilerlemenin yönünü değiştirmek isteyen
veya yaşam kalitesini geliştirmeye yoğunlaşanlar için de önemli bir konudur.Günümüzde bilimsel ve teknolojik değişim faaliyeti
ekonomik büyümede dışsal bir faktör olarak görülmemektedir. Ekonomik kurumların
yaptıkları teşvikler yeniliğin yaratılmasında etkili olmaktadır. Yenilik
firmaya rekabet üstünlüğü sağladığı gibi ulusal ve uluslararası rekabeti de
geliştirir. Böylece ekonomik büyüme ve gelişmenin sağlanmasına yönelik ekonomik
politikaların arkasındaki itici gücü oluşturmaktadır.
Yeniliğe yatırım
yapanlar, çabalarının sonucunda bir kar elde etmek isterler. Fakat teknolojinin
ilk uygulama aşamasında maliyeti yüksek olmaktadır. Bu yüzden bir yenilik
sonrası oluşacak ani verimlilik artışı başlangıçta düşük olacaktır. Yenilik
yapan firmalar bu yeniliklerinden elde ettikleri kazançlarını tamamıyla
kendilerine mal edemeyebileceklerinden dışsallık yaratılması da kaçınılmaz
olmaktadır. Ayrıca, bu tür yatırımlar risk taşıdığından araştırma kurumları ve
yeni yüksek teknolojik girişimlere ortak sermaye sağlayan organizasyonlar
tarafından desteklenmelidir.
Uygulamada yeniliğin ekonomik büyümeye
etkisinin değerlendirilmesinde genellikle Ar-ge harcamaları kullanılmıştır.
OECD ülkelerinde Ar-ge harcamalarının gayrisafi milli yurtiçi hasıla içindeki
payının zaman içinde arttığı görülmüştür. Çoğu OECD ülkelerinde 1980’den
itibaren özel kesimin bu alandaki harcamalarında büyük miktarda artış görülürken,
kamunun finanse ettiği Ar-ge harcamaları son 10 yılda düşmüştür. Uygulamaya
yönelik araştırma sonuçlarından Ar-ge faaliyetlerinin büyüme sürecine önemli olumlu
bir etkisinin olduğu görülmektedir. Ancak, bazı çalışmalarda, kamunun yaptığı
Ar-ge yatırımlarının özel sektörün yatırımlarının
yerini aldığı durumlarda dışlama etkisi nedeniyle çıktı artışına olumsuz etki
yaptığı gözlenmiştir.